Öne Çıkanlar Ergenekon Destanı’nı yazıya geçiren ilk kişi Moğol imparatorlarının resmi tarihçisi olan Reşîdeddîn’dir. Reşîdeddîn, Farsça yazdığı Câmiü’t-Tevarih’te bu efsaneyi birçok açıdan Moğollaştırmıştır. Aşağıdaki metin, Câmiü’t-Tevarih’teki metnin geniş tutulan bir çevirisidir. Bu kutsal kitabın girişinde de söylendiği gibi Moğol boyları, genel olarak Türk boylarının bir bölümüdür. Bu her iki kavmin de şekilleri ve dilleri birbirine benzer. Bunların hepsi de Nuh peygamberin oğlu olan Bulca-Han’ın soylarından türemiştir. Bulca-Han, bütün Türk kavimlerinin atası idi. Aradan birçok asırlar ve uzun zamanlar geçmiştir. Elbette ki bu uzun zaman içinde olayların birçoğu unutulmuştur. Türklerin başlangıçta, kitapları ve yazıları yoktu. Bunun için de tarih olaylarını yazamamışlardı. Onların belirli ve eski bir tarihleri de yazılmış değildi. Onun için şimdi söylenen tarih olayları da çok yakın zamanlarda söylenenlere ve nesilden nesile anlatılan bilgilere göre öğrenilmiştir. Bu boyların oturdukları yerler ve yurtları, hep birbirine bitişiktir. Bunun için de her boyun oturduğu yurdun, nereden nereye kadar uzadığı, herkes tarafından bilinir. Onların bütün yurtları, Uygurların sınırlarından, Hıtay ve Cürçet ülkelerine kadar uzanır. Bu yurtların yerine şimdi Moğolistan adı verilir. Ergenekon’a Sığınış Daha önce Moğol adı verilen bu boyların, aşağı yukarı iki bin sene önce Türk boyları ile araları açılmış ve birbirlerine düşman olmuşlardı. Bu düşmanlık, o kadar büyümüş ve inada dökülmüştü ki birbirlerini ortadan kaldırmak için durmadan savaş ediyorlardı. Sözlerine inanılır, doğru sözlü ve bilgili kişilerin anlattıklarına göre Türk boyları, Moğollara karşı galip gelmişler ve onları öldürmüşlerdi. Bu mağlup edilen boylardan iki kadınla iki erkekten başka kimse kalmamıştı. Bu iki ev halkı da (Türkler) gelir de bizi öldürür diye sarp ve kayalık bir yere kaçıp saklanmışlardı. Bu saklandıkları yerin etrafı, hep dağlar ve ormanlarla örtülüymüş. Dimdik dağlarla çevrili olan bu yerin, girilip çıkılacak bir geçidinden başka bir yeri de yokmuş. Bu geçitten bile bin bir güçlükle girilip çıkılırmış. Dağların orta yeri ise dümdüz ve çayırlık bir ovaymış. Bu ovanın adına da “Ergenekon” derlermiş. “Kon” sözünün manası, “dağ beli, geçit” demektir. “Ergene” ise “sarp” anlamına gelen bir sözdür. Düşmanın kılıcından kurtularak sağ kalan bu iki kişinin adı, Negüz ve Kıyan idi. Onlar senelerce o güzel ova içinde yaşadılar ve yavaş yavaş soyları da çoğalmaya başladı. Birbirleriyle evlenmek yoluyla gittikçe çoğaldılar. Bölüm bölüm ayrıldılar. Böylece meydana gelen onların oymakları, ayrı ayrı adlar almaya başladılar ve birbirlerini o adla çağırmaya başladılar. Bu oymaklara “obak” denirdi. Her obak, belirli bir kan birliğinden ve soydan olurdu. Obaklar çoğalınca onlar da bölümlere ayrıldılar. Ne kadar çoğalır ve ayrılırlarsa ayrılsınlar, bu oymakların hepsi birbirine akraba ve yakın idiler. Onun için birbirine yakın ve akraba olan oymaklara “Mogol-Dürlügin” derlerdi. Moğol adı, “Mong-ol” sözünden gelir. Anlamı ise “süzülmüş ve saf” demektir. Moğolcada “Kıyan” sözü, “dağların tepesinden aşağıya doğru süratle akan sel” ile “sert, çevik, kuvvetli” anlamına gelir. “Kıyat Bahadır” adı, yiğit ve fevkalâde cesur ve kahraman olan kimselere verilen bir addır. Bu adı, ancak böyle olan kimseler alabilir. “Kıyat” sözü ise, “Kıyan”ın çoğuludur. Ergenekon’dan Çıkış Bu dağların arasında sıkışarak çoğalmaya başlayan halklar, artık bu dağ ve ormanlıklar içinde yaşayamaz hâle gelmişlerdi. Çünkü buralar, onlara çok dar geliyordu. Yaşamak da artık çok güçleşmişti. Dağlar arasındaki tek geçitten geçmek de yine çok zordu. Hepsi bir araya gelip bu dar geçitten nasıl geçeceklerini düşündüler ve kurtuluş için bir yol aradılar. Bu geçitte bir demir madeni vardı. Bu madeni işletir ve onları eriterek daima demir çıkarırlardı. Başka bir yol bulamayınca bu demir kapıyı eritip oradan çıkmaya karar verdiler. Hepsi bir araya gelip ormandan odunlar topladılar ve eşeklerle yük yük kömürler getirdiler. Ayrıca da körükler yaptılar. Bu körükleri yapmak için de yetmiş baş at ve öküz kestiler. Bunların derilerini soyup sepilediler. Topladıkları dağ gibi odun ve kömürleri geçidin önüne yığdılar. Körükleri öyle dizdiler ki ateş yanıp da körükler üflen- meye başlayınca dağ hemen eriyip delinecekti. En sonunda ateşler yandı, körükler işledi ve geçit eriyip parçalandı. Bu sırada, pek çok da demir elde edilmişti. Tabii olarak yol da açılınca, içeride hapsolan halkın hepsi, dışarıya kolaylıkla çıkabildi. Bu suretle bozkırlara yayılıp her biri bir yerde yerleşti. (Türk Mitolojisi Cilt I, Prof. Dr. Bahaeddin Ögel)