Göç Destanı, Uygurlara ait bir destan olup Türeyiş Destanı’nın devamı niteliğindedir. Destanda Türklerin kutsal taşı Çinlilere verince Tanrı tarafından cezalandırılması, ülkelerinde açlık ve kuraklığın başlaması ve ana vatanlarını terk edip güneybatıya doğru göç etmesi anlatılır.
Destanın özeti kısaca şöyledir:
Uygurların vatanında “Hulin” isimli bir dağ vardı. Hulin dağından Tuğla ve Selenge isimli iki ırmak akardı. Bir gece oradaki bir ağacın üzerine gökyüzünden ilâhi bir ışık indi. İki ırmak arasında yaşayan halk bunu dikkatle izlediler. Daha sonra ağacın gövdesinde şişkinlik oluştu, ilâhi ışık dokuz ay on gün şişkinlik üzerinde durdu. Ağacın gövdesi yarıldı ve içinden beş çocuk göründü. Bu ülkenin halkı bu çocukları büyüttü. En küçükleri olan Buğu Han büyüyünce hükümdar oldu. Ülke zengin halk mutlu oldu.
Aradan uzun zaman geçti. Yulug Tigin isimli bir prens hakan oldu. Yulug Tigin, Çinlilerle çok savaştı. Bu savaşlara son vermek için oğlu Gali Tigin’i bir Çin prensesi ile evlendirmeğe karar verdi. Çinliler, prensese karşılık hükümdardan Tanrı dağının eteğindeki Kutlu Dağ adını taşıyan kayayı istediler. Gali Tigin kayayı verdi. Çinliler kayayı götürmek için kayanın etrafında ateş yaktılar, kaya kızınca üzerine sirke döktüler. Ufak parçalara ayrılan kayayı arabalara koyarak Çin’e taşıdılar. Memleketteki bütün kuşlar, hayvanlar kendi dilleriyle bu kayanın gidişine ağladılar. Bundan yedi gün sonra da Gali Tigin öldü. Kıtlık ve kuraklık oldu. Yurtlarını bırakarak göç etmek zorunda kaldılar.
Çin Kaynaklarına Göre Göç Destanı
Uygur ülkesinde, Togla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır. Bu tepenin adına Hulin dağı denirdi. Hulin dağında birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Bu ağaçlardan biri kayın ağacı idi. Bir gece, kayın ağacının üzerine gökten bir mavi ışık düştü. İki ırmak arasında yaşayan kişiler bu ışığı gördüler, ürpererek izlediler. Kutsal bir ışıktı bu; kayın ağacının üzerinde aylar boyu kaldı. Kutsal ışığın kayın ağacının üzerinde kaldığı süre içinde ağacın gövdesi büyüdükçe büyüdü, kabardı. Ağaçtan, çok güzel türküler gelmeye başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesine değin bütün çevre ışıklar içinde kalıyordu.
Bir gün, ağacın gövdesi birdenbire yarılıverdi. İçinden beş küçük odacık görünümünde beş küçük çadır çıktı. Her odacığın içinde bir çocuk vardı. Çocukların ağızlarının üzerinde asılı birer emzik vardı; onlar bu emziklerden süt emiyorlardı. Işıktan doğmuş olan bu kutsal çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler.
Çocukların en büyüğünün adı Sungur Tigin, ondan sonrakinin Kotur Tigin, üçüncüsünün Tükel Tigin, dördüncüsünün Or Tigin, beşinci ve en küçüğünün adı da Bögü Tigin idi. İnsanlar, bu beş çocuğu Tanrı’nın gönderdiğine inandılar. İçlerinden birini kagan yapmak istediler. Bögü Tigin ötekilerden daha güzel, daha yiğit, daha akıllı idi. Halk, Bögü Tigin’in hepsinden üstün olduğunu anladı, onu kagan seçti. Bögü Han, büyük bir törenle tahta çıktı. Kendisinden sonra gelen otuzdan fazla soyu da Uygurlar’ın başında kaldı.
Yıllar yılları kovaladı. Bir gün geldi, Yolun Tigin Uygurlar’a kagan oldu. Yolun Kağan’ın Kalı Tigin adında bir oğlu vardı. Yolun Kağan, oğlu Kalı Tigin’e çin konçuylarından (=prenseslerinden) Kiu-Lien’i eş olarak almayı uygun gördü. Kalı Tigin ile Kiu-Lien evlendiler.
Evlilikten sonra Kiu-Lien, sarayını Kara-Kurum’daki Hatun Dağı’nda kurdu. Hatun Dağı’na “Gök Ruhlarının Dağı” adı da verilirdi. Hatun Dağı’nın çevresinde daha bir çok dağ vardı. Bu dağlardan biri Tanrı Dağı idi. Tanrı Dağı’nın güneyinde de Kutlu Dağ bulunmaktaydı. Kutlu Dağ, koca bir kaya parçası idi.
Günlerden bir gün Çin elçileri, yanlarında falcılarla birlikte Kiu-Lien’in sarayına geldiler. Çin elçileri ile falcılar aralarında konuşup şöyle dediler.
“Türk ülkesinin tüm varlığı, bütün mutluluğu Kutlu Dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Türkler’i yıkmak istiyorsak bu kayayı ellerinden almalıyız.”
Elçiler aralarında böyle konuşup anlaştıktan sonra Kalı Kağan’a gittiler. Ona dediler ki:
“Siz bizim bir konçuyumuzla evlendiniz. Bizim de sizden bir dileğimiz olacak. Kutlu Dağ’ın taşları sizin saygıdeğer ülkenizce kullanılmamaktadır. Sizin yerinize biz bu taşları değerlendirelim.”
Yeni kagan, bu isteği yerine getirdiğinde sonucun nereye varacağını düşünemedi; Çinliler’in isteğini kabul etti. Böylece yurdun bir parçası olan kayayı onlara verdi. Oysa Kutlu Dağ kutsal bir kaya idi. Türk ülkesinin mutluluğu bu kayaya bağlıydı; kutsal taş Türk yurdunun bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu. Tılsımlı kaya düşmana verilirse bu bütünlük parçalanacak, Türkler’in tüm mutluluğu yok olacaktı. Kağan bu kutsal kayayı Çinliler’e verdi. Ama kaya, kolay kolay sökülüp götürülecek gibi değildi. Bunu gören Çinliler kayanın çevresine odun kömür yığdılar, kayayı ateşe vurdular. Kaya iyice kızınca üstüne sirke döküp paramparça ettiler. Her bir parçayı aldılar, ülkelerine götürdüler.
İşte, ne olduysa o zaman oldu. Türkeli’nin bütün kurdu kuşu, bütün hayvanı dile geldi; kendi dillerince kayanın düşmana verilmesine duydukları acıyı anlattılar, ağladılar. Yedi gün sonra günahı bağışlanmaz düşüncesiz kagan öldü. Ne var ki, kaganın ölümüyle de ülke felaketten kurtulamadı. Bir Çin konçuyu (=prensesi) uğruna çekinilmeden bağışlanan yurdun kayası, Türkeli’nin felaketine neden oldu. Halk rahat yüzü görmedi. Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buğulaştı, uçup gitti. Topraklar kurudu, ürün vermez oldu. Yolun Kağan’dan sonra başa geçen kaganlar da arka arkaya öldüler.
Günlerden sonra Türk tahtına Bögü Kağan’ın torunlarından biri oturdu. O zaman yurtta canlı-cansız, evcil-yaban, çoluk-çocuk, soluk alan-almayan her ne varsa bir ağızdan “Göç!… Göç!…” diye çığrışmağa başladılar. Derinden, iniltili, hüzün dolu, eli böğründe kalmış bir çığrışmaydı bu. İnlemelere yürek dayanmıyordu.
Uygurlar bu çığrışmaları bir ilahî buyruk bildiler. Toparlandılar, yola koyuldular. Yurtlarını, yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere göç ettiler.
Sonunda adına Turfan denilen bir yere geldiler. Burada sesler kesildi. Uygurlar bu yere kondular, beş kent kurup yerleştiler. Adını da Beş-Balıg koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.
İran Kaynaklarına Göre Göç Destanı
Uygur ülkesinde Kara-Kurum çaylarından iki ırmak vardır. Bunlardan birine Togla, birine de Selenge adı verilirdi. Bu sular akarak Kamlançu’da birleşirlerdi. Bu iki ırmağın arasında iki ağaç vardı. Bu ağaçların biri fusuk, biri tur ağacı idi. Bunların yaprakları, yaz ya da kış olsun, dökülmezdi. Bu iki ağaç, iki dağın arasında yetişip büyümüştü.
Bir gün bu iki ağacın arasına gökten bir ışık indi. İki yandaki dağlar yavaş yavaş büyümeğe başladı. Halk şaşırmıştı. İçlerinde büyük bir saygı duyarak oraya yaklaştılar. Ağaçların yanına vardıklarında kulaklarına çok tatlı ve güzel ezgiler gelmeğe başladı. Her gece buraya bir ışık inmeğe ve ışığın çevresinde otuz kez şimşek çakmağa başladı. Bir gün insanlar burada ayrı ayrı kurulmuş beş çadır gördüler. Çadırların her birinde bir çocuk oturuyordu. Her çocuğun karşısında da onları doyurmağa yetecek denli süt dolu emzikler asılı idi. Çadırın tabanı baştan ayağa gümüş ile döşenmişti.
Bütün boyların beğleri ve halkı bu garip işi görmek için kalkıp geldiler. Manzarayı görünce saygı ile diz çöktüler, selam verdiler. Çadırlara girdiler, çocukları alıp dışarı çıktılar. Beslenip büyütülmeleri için çocukları süt analarına, dadılara verdiler. Çocuklar büyüyüp konuşmağa başlayınca Uygurlar’a ana babalarını sordular. Uygurlar, o iki ağacı gösterdiler. Çocuklar ağaçları görünce, bir çocuğun babasına gösterdiği saygıyı gösterdiler; ağaçların karşısında diz çöktüler, yeri öptüler. Bunun üzerine ağaçlar dile geldi ve şöyle dedi:
“Güzel huy ve iyi özelliklerle bezenmiş çocuklar böyle olurlar, ana babalarına saygı gösterirler. Ömrünüz uzun, adınız büyük, ününüz sürekli olsun.”
Çevrede yaşayan bütün kavimler bu çocuklara hükümdar oğullarıymış gibi saygı gösterdiler. Kente dönünce, çocukların her birine bir ad koydular. En büyüğünün adı Sungur Tigin, ikincisinin adı Kotur Tigin, üçüncüsünün adı Tükel Tigin, dördüncüsünün adı Or Tigin, beşincisinin adı da Bögü Tigin oldu. Çocukların doğuşundaki kutsal durumu görenler, bunlardan birinin kagan seçilmesi kararına vardılar.
Çocuklar arasında Bögü Tigin güzelliği, boyu posu, sabrı, iradesi, ileri görüşlülüğü bakımından öbürlerinden önde idi. Ayrıca, bütün milletlerin dillerini, yazılarını biliyordu. Herkes onun kagan seçilmesi kararında birleşti. Bögü Kağan, büyük bir törenle tahta oturdu. Bögü Kağan, ülkeyi adaletle yönetmeğe başladı; adamları, mâiyeti, çerileri (=askerleri), atları gittikçe çoğalmağa başladı. Egemenlik süresi içinde Bögü Kağan’a üç karga yardım etti. Bu kargalar dünyanın bütün dillerini bilmekteydiler. Nerede bir olay olursa Bögü Kağan’a bildirirlerdi.
Bir gece Bögü Kağan uyurken, penceresinin önünde bir kız hayali belirdi, onu uyandırdı. Bögü Kağan ürktü, kızı görmemiş gibi davrandı, kendisini uykuda imiş gibi gösterdi. İkinci gece kız yine geldi. Bögü Kağan, yine görmüyormuş gibi yaptı, kendisini uykuda gösterdi. Sabah oldu. Kağan, vezirine danıştı. Üçüncü gece kız yine geldi. Bögü Kağan, vezirinin öğüdüne uyarak kızı alıp Ak-Dağ’a gitti. Bögü Kağan ile kız bu dağda gün doğana değin konuştular. Yedi yıl, altı ay, yirmi iki gün her gece kız, Bögü Kağan’a geldi; her gece konuştular. Ayrılacakları gece kız, Bögü Kağan’a şöyle dedi:
“Doğudan batıya değin tüm dünya senin buyruğun altına girecektir. İşlerini sıkı tut, iyi çalış.”
Ertesi gün Bögü Kağan ordularını topladı. 300.000 çerisini Sungur Tigin’in komutasına verdi; onu Mogol ülkelerine akına gönderdi. 100.000 çerisini Kotur Tigin’in komutasına verdi; onu Tankut ülkesine gönderdi. Tükel Tigin’i Tibet yönüne gönderdi. Kendisi de 300.000 çerisi ile Hıtay’a (=Çin’e) yöneldi. Or Tigin’i ise kendi yerinde kagan vekili olarak bıraktı. Bögü Kağan’ın ordularının hepsi zaferlerle geri döndüler. Getirdikleri mallar, paralar, ganimetler sayılamayacak kadar çoktu. Bögü Kağan, Orkun Irmağı’nın kıyısında Ordu-Balıg adında bir kent kurdurdu; Ordu-Balıg’ı kendine başkent yaptı. Doğudaki bütün ülkeler Bögü Kağan’ın buyruğu altına girdi.
Bögü Kağan bir gece bir düş gördü. Düşünde ak giysilere bürünmüş, başında ak bir şerit, elinde de çam kozalağı büyüklüğünde Yada taşı olan bir yaşlı kişi vardı. Yaşlı kişi Bögü Kağan’a yaklaştı, Yada taşını Bögü Kağan’a verdi ve şöyle dedi:
“Bu taşı saklarsan dünyanın dört bucağını milletinin buyruğu altına alırsın.”
O gece Bögü Kağan’ın başveziri de aynı düşü görmüştü. Bögü Kağan uyanır uyanmaz ordularını topladı. Batı yönüne sefere çıktı. Gide gide Türkistan’a vardı. Burada çayır çimenle döşenmiş, gürül gürül akan suları olan bir yere rastladı. Burada oturmağa karar verdi. Balasagun kentini kurdu. Bögü Kağan’ın orduları dört bir yana yayıldılar, bütün milletleri egemenlik altına aldılar. Yeryüzünde Türkler’in karşısında duracak kimse kalmadı.Türk orduları o denli ilerlemişlerdi ki acayip biçimli insanlara rastladılar. Bunların elleri, ayakları tıpkı hayvanlarınkine benziyordu. Bu yaratıkları görünce artık bundan sonra insanların bulunmadığını anladılar, geri döndüler.
Daha sonra Uygurlar’ın buyruğuna giren hükümdarlar birer birer geldiler, Bögü Kağan’a bağlılıklarını ve saygılarını sundular.Bunlar arasında Hint hükümdarı çok çirkindi. Bunun için Bögü Kağan, bu hükümdarı katına kabul etmedi. Bögü Kağan yapılan törenden sonra hükümdarlara, kendi ülkelerine dönmelerini ve kendi bölgelerini yönetmelerini buyurdu. Bu hükümdarların Bögü Kağan’a ne kadar vergi verecekleri de ayrıca bir toplantı ile karar altına alındı. Artık yeryüzü zapt edilmiş, Bögü Kağan’ın karşısında duracak kimse kalmamıştı. Bögü Kağan geri dönmeğe karar verdi, yurduna geldi.
O çağda Uygurlar’ın din adamlarına “kam” denilirdi. Kamlar cinlere hükmederler, onlara istediklerini yaptırırlardı. Türkler ile Mogollar kamlara çok önem verirlerdi. Bir işe başlamak için kamlara danışırlar, ona göre davranırlardı. Hastalarına da kamlar bakardı. Kamların en güçlü oldukları zaman, iyi ve kötü ruhlarla bağ kurdukları, onlarla konuştukları günlerdi.
Bögü Kağan çağında Uygurlar Çin kaganına elçiler gönderdiler, kendilerine Nom kitaplarından anlayan ve adlarına Tüvinyan denilen din adamlarını göndermesini istediler. Nom, Çinliler’in din kitaplarının adıydı. Çinliler, bugün yaşayan bir adamın bin yıl önce de yaşadığına inanırlardı.
Çin ülkesinden Nom yöntemlerini bilen kişiler geldiler. Bunlar kamlarla oturup konuştular, kendi din kitaplarını gösterdiler, onlarla tartıştılar. Kamlar tartışmayı yitirdi. Bu tartışmadan sonra Uygurlar Çin’den gelen yeni dini kabul ettiler (bu din Maniheizm’dir).