Öne Çıkanlar Birinci Türk Dil Kurultayının açılış günü olan 26 Eylül 1932 tarihine dayandırılarak 26 Eylül tarihi Dil Bayramı olarak kutlanmaktadır. “Milli” sözcüğü millet kavramıyla ilgilidir ve ait olduğu milletin kendine özgü maddi manevi tüm değerlerini ifade eder. “Milli” sözcüğü Arapça kökenli bir sözcüktür. Bu sözcüğe Türkçe karşılık olarak “ulusal” sözcüğü önerilmiştir. Türk ismini yazılı olarak ilk defa kullanan Göktürkler ise millet kelimesine karşılık “budun” sözcüğünü kullanmışlardır. Bilge Kağan, 8. Yüzyılda taşlara kazınan Göktürk Yazıtlarında, Çinlilerin yumuşak hediyelerine ve tatlı sözlerine kanan Türk Milletinin Türk isimlerini bırakıp Çin isimleri almasından şikayet ediyor. Yazıtlarda milli bir alfabe ve milli bir dil kullanılmıştır. Bu yazıtlarda “Türk” adı ilk defa yazılı olarak dile getirilmiştir. Budizm’in etkisinde kalan Uygur Türkleri Hint alfabesinden uyarlama milli olmayan bir alfabe kullanmışlardır. Türkler, 10. Yüzyılda Karahanlılar döneminde devlet düzeyinde İslamiyet’i kabul ettikten sonra Arap alfabesini kullanmaya başlamışlar, zamanla milliyetlerine Arap ve İran milletlerine özgü değerler katmışlardır. Kaşgarlı Mahmut, Araplara Türkçe öğretmek için Divan-ı Lügati’t Türk adlı bir eser yazmıştır. Eserin önsözünde, sözlerine güvenilir iki imamdan işittiğini söylediği bir hadisten bahsederek özetle “İleride İslam’ın ordusu olacak Türklerin dilini öğrenin.” demektedir. Kaşgarlı Mahmut böylece Türkçeye sahip çıkan ilk dil bilgini oldu. 1071’de yapılan Malazgirt Meydan Savaşında, Bizans ordusunda paralı asker olarak savaşan Kuman, Peçenek ve Gökoğuz (Gagauz) Türkleri vardı. Bu Türk boyları eski Türk inancına sahipken Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya göç etmişler, Balkanlara yerleşmişler; buralarda yaygın olan Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. Malazgirt’te aynı dili konuşan Müslüman Türklerle savaşmayı bırakıp Alpaslan’ın safına geçen bu Hıristiyan Türkler, savaş kazanıldıktan sonra Müslüman olmuşlar ve taşıdıkları Türkçe isimleri bırakarak Arapça isimler almışlardır. Çünkü bir kişi iyi bir Müslüman olmak istiyorsa ismini de Arapça isimlerden seçmeliydi. Araplar başka milletlere temasa geçip İslamiyet’i yayarlarken kendi kültürlerini de yaymışlar; böylece İslamlaşan topluluklar kısmen ya da tamamen Arap kültürünün etkisi altına girmişlerdir. İyi bir Müslüman olmak için Peygamber’i taklit etmek anlamına gelebilecek sünnetlerin uygulanması da bu konuda etkili olmuştur. 15. Yüzyılda yaşayan Çağatay bilgini ve şairi Ali Şir Nevai de Türkçe yazmak yerine İran dili Farsça ile eserler yazan Türk aydınlarını, “İki Dilin Karşılaştırması” anlamına gelen ve Türkçenin Farsçadan daha üstün bir dil olduğunu savunduğu Muhakemetü’l Lügateyn adlı eserinde eleştiriyor. Mevlâna dahil, eserlerini Farsça yazan düşünürlerimizin olduğunu unutmayalım. Mevlana’nın eserleri talebeleri tarafından önce Osmanlıcaya, günümüzde de çeşitli yayınevleri tarafından Türkiye Türkçesine çevrilmiştir. Moğol baskısına dayanamayan Selçuklu Devletinin parçalanmasından sonra Anadolu’da birçok beylik kuruldu. Bunlardan biri olan Karaman Beyliğinin lideri Mehmet Bey, bir ferman yayınlayarak Türkçeyi resmi dil ilan etti. Bu fermanın Eski Anadolu Türkçesi ile ifadesi şöyledir: “Şimden gerü hiç kimesne divanda, dergâhda, bergâhda ve dahı her yerde Türk dilinden özge söz söylemeye.” Günümüz Türkçesi ise şöyledir: “Bugünden sonra hiç kimse divanda, dergahta, bargahta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dilde söz söylemesin.” 13 Mayıs 1277 Mehmet Bey’in Türkçeyi resmi dil ilan etmesi Arapça ve Farsçanın giderek yaygınlaşmasından duyduğu rahatsızlıktır. Moğollarla yapılan savaşlarda hayatını kaybeden Mehmet Bey’in bu uygulaması daha sonraki yıllarda devam ettirilemedi. 15. Yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğunda Arapça, Farsça ve az da olsa Türkçe sözcüklerin yer aldığı bir imparatorluk dili oluşturulmuş ve bu yapay dile Osmanlıca adı verilmiştir. Kimi araştırmacılar bu dile Osmanlı Türkçesi demektedirler. Divan Edebiyatının en büyük aşk ve ıstırap şairi Fuzuli’nin dilini şahit göstererek “Bunun neresi Osmanlı Türkçesi değil?” diyenler oluyor. Fuzuli, en olgun dönemlerinde Safevi Devletinin bir Azeri şairiydi. Esrar ve Şarap anlamına gelen Beng ü Bade adlı mesnevisinde Osmanlı padişahı II. Beyazıt’ı “esrar”, Safevi hükümdarı Şah İsmail’i de “şarap” sembolleriyle anlatmış ve karşılaştırmıştır. Bu eserini de Bağdat’ı ele geçiren Şah İsmail’e bizzat sunmuştur. Bağdat Kanuni devrinde Osmanlı imparatorluğuna bağlanınca Fuzuli, ihtiyarlığında Osmanlı vatandaşı olmuş ve kendisine emeklilik maaşı bağlanmıştır. Maaşını düzgün olarak alamadığı için İstanbul’daki ilgili makama yazdığı “ Selam verdim, rüşvet değüldür deyü almadılar.” ifadelerinin yer aldığı şikayet mektubu çok meşhurdur. Fuzuli’nin kullandığı dil de her ne kadar Arapça ve Farsça sözcükler kullansa da ana dili Azeri Türkçesidir. O, İstanbullu şairlere nazaran daha anlaşılır bir dil kullanmıştır. Onun güzel bir gazelinin son üç beyiti şöyledir ve asıl metin Arap alfabesiyle yazılmıştır. “… Gâmım pinhan tutardım ben dedîler yâre kıl rûşen Desem ol bî-vefâ bilmem inanır mı inanmaz mı Değildim ben sana mâil sen ettin aklımı zâil Beni tan eyleyen gafîl seni görgeç utanmaz mı Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvâdır Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı” (Fuzûlî 16. YY) Osmanlıcayı örneklemek için yine aynı dönemlerde yaşayan ve Sultanüşşuara (şairler sultanı) ilan edilen İstanbullu Baki’nin dilini göstermek gerekir. O bir gazelinin son üç beyitinde şunları söylüyor: ( Metnin aslı Arap alfabesiyledir; yani Osmanlıcadır.) “… İçelim lâ’l-i müzâbı saçalım çür’aları Hâk-i gül-zârı bugün kân-ı Bedahşân idelim Menzil-i ayş ü tarab hurrem ü âbâd olsun Yakalım zerk ü riya deyrini vîrân idelim Okusun vasf-ı ruh-i yâr ile Bakî şi’rin Bülbül-i gülşeni mecliste gazel-hân idelim. (Bâkî, 16. YY) Yine Bâkî’nin Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü üzerine yazdığı mersiyesinin ilk dizeleri şöyledir: “Mersiye-i Hazret-i Süleymân Hân aleyhi’r-rahmetü ve’l-gufrân (Birinci bend) Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm ü neng Tâ key hevâ-yi meşgale-i dehr-i bî-direng An ol günü ki âhir olub nev-bahâr-ı ömr Berg-i hazana dönse gerek ruy-ı lale-reng Âhir mekânının olsa gerek cür’a gibi hâk Devrân elinde irse gerek câm-ı ayşa seng …” (Bâkî, 16. YY) Yukarıdaki beyitleri anlamak için ya günümüz Türkçesini bulup okumalıyız ya da Osmanlıca denilen dersi okuyup bu dili öğrenmeliyiz. Bu da yeterli değil; iyi bir Osmanlıca sözlüğümüzün de olması gerekiyor. Bir de şu örneklere bakalım: Acep şu yerde var m’ola Şöyle garip bencileyin Bağrı başlı gözü yaşlı Şöyle garip bencileyin Kimseler garip olmasın Hasret odına yanmasın Hocam kimseler duymasın Şöyle garip bencileyin …” (Yunus Emre, 14.YY) Şu karşı yaylada göç katar katar Bir güzel sevdası serimde tüter Bu ayrılık bana ölümden beter Geçti dost kervanı eyleme beni. … Pir Sultan Abdal’ım kalkın aşalım Aşıp yüce dağı engin düşelim Çok nimetin yedik helallaşalım Geçti dost kervanı eyleme beni ( Pir Sultan Abdal. 16. YY) “… Düşman geldi bölük bölük dizildi Alnımıza kara yazı yazıldı Tüfenk icad oldu mertlik bozuldu Eğri kılıç kında paslanmalıdır Köroğlu düşer mi hele şanından Çoğunu ayırır er meydanından Kırat köpüğünden düşman kanından Çevrem dolup şalvar ıslanmalıdır (Köroğlu 16. YY) Bu örnekler de ilk defa Arap alfabesiyle yazıya geçirilmiştir; ancak bu ifadeler ses olarak Türkçedir yani Osmanlıca değildir. Ben Osmanlıcayı sadece Arap harfleriyle yazılan bir sistem olarak düşünmüyorum. Osmanlıca; Aşağı yukarı 13. Yüzyıldan itibaren Türkçenin bilim dili sayılmadığı gerekçesiyle bilimde Arapçanın edebiyatta Farsçanın egemen olduğu ve Arap alfabesinin kullanıldığı bir sistemin adıdır. 19.yüzyıla kadar Osmanlı aydınlarının milli bir dil arayışı yani sade Türkçe diye bir derdi yoktu. 19. Yüzyılda Şemseddin Sami’nin yazdığı Kamus-ı Türkî bu alanda önemli bir boşluğu doldurmuştur. Bu eser milli bir sözlükten çok Osmanlı Türkçesi sözlüğüydü. Türkçenin sadeleşmesi, bilimde ve sanatta kullanılması ile ilgili ilk çalışmalar 1911’de o zamanlar Osmanlı toprağı olan Selanik’te çıkarılan Genç Kalemler dergisinde başlatılmıştır. Ömer Seffettin, Ziya Gökalp, Ali Canip gibi aydınlar milliyetçilik akımının etkisiyle “Yeni Lisan” adı altında Türkçenin “ses bayrağımız” olması adına önemli çalışmalar yapmışlardır. 19.yüzyıldan 19. Yüzyıla kadar büyük kentlerde ve medrese çevresinde oluşan Osmanlıca, resmi dil olarak hüküm sürerken Yunus Emre, Pir Sultan Abdal ve Köroğlu’nun kullandığı dil ise yaşayan Türkçe idi. Atatürk’ün liderliğinde Dil Kurultayının bir sonucu olarak Türk Dil Kurumu yaşayan Türkçeyi devletin her kademesinde hayata geçirmek için kuruldu. Bugün Dede Korkut’un,Yunus Emre’nin, Pir Sultan Abdal’ın, Köroğlu’nun Karacaoğlan’ın, Mehmet Emin Yurdakul’un, Ömer Seyfettin’in dilini konuşuyoruz. Bu dille eğitim yapıyoruz ve hayatın her kademesinde bu dille ihtiyacımızı karşılıyoruz. Kimsenin bundan bir rahatsızlığı yok. Birileri benim ifadelerimde Türkçe kökenli olmayan sözcüklerin sayısını sorgulayabilir. Benim sorunum halkın diline mal olmuş Türkçe kökenli olmayan sözcüklerle değildir. Ben Baki’nin Sinan Paşa’nın Nef’î’nin , Nedim’in, Serveti Fünûn şairi olarak Tevfik Fikret’în Cenap Şahabettin’in diliyle yazmanın ve konuşmanın sorgulanmasından yanayım. Bugün, İmam-Hatip ve Güzel Sanatlar Liselerinde okutulması zorunlu olan ve diğer liselerde seçmeli ders olarak okutulan Osmanlıca dersi Arap alfabesiyle yazılan ve eski yazı dediğimiz yazı sistemidir. Arap alfabesinde olmayan “Ç, J, P” harfleri Farsça’dan alınmıştır. Bu harfler, Arap alfabesindeki BE, CİM, ZE seslerine karşılık gelen harflerin noktalarını üçe çıkarılarak elde edilmiştir. Türkçede kullanılan Ü sesi Arapçada yoktur. Biz “Selamünaleyküm” deriz; Araplar ise Selâmûnaleykûm” derler. Burada şapkalı gösterilen Û sesi bizdeki Ü ile U arasında bir sestir. Türklerde yaygın olan ince G sesi Arap alfabesinde yoktur. Bu ses yerine de Osmanlıca’da Kef harfinin üzerine bir çizgi eklenerek “Sağır Kef”(Kef-i Nun) kullanılmıştır. Arap alfabesi sağdan sola yazılır. Bitişik yazılan harflerin başta ortada ve sonda yazılış şekilleri farklıdır. Türkiye’nin her yerinde Fen ve Edebiyat Fakülteleri açıldı. Bu fakültelerde Türk Dili ve Edebiyatı, bazılarında da Fars Dili ve Edebiyatı, Sanat Tarihi, Arap Dili ve Edebiyatı gibi bölümleri var. Eğitim Fakültelerinin Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği bölümlerini de unutmamak lazım. Özellikle Edebiyat ve Tarih bölümlerinde Osmanlıca öğretiliyor. Osmanlıca öğrenmeden iyi bir edebiyatçı veya iyi bir tarihçi olunamaz. Her yıl yüzlerce öğrenci bu bölümlerden mezun oluyor. Bu eğitimi alanların en çok ilgilendikleri alanlardan biri de Osmanlıca yazılmış eserleri günümüz Türkçesine aktarmaktır. Osmanlıca, İmam-Hatip ve Güzel Sanatlar Lisesinde zorunlu; diğer liselerde ise seçmeli ders oldu. Lisede Osmanlıca öğrenerek bu okullara giden öğrencilerin Osmanlıca ve Eski Türk Edebiyatı gibi derslerde daha başarılı olması kaçınılmazdır. Gelecekte Edebiyat Fakültelerinde okuyanların çoğunluğunu İmam-Hatip ve az sayıdaki Güzel Sanatlar Liselerinden gelen öğrencilerin oluşturacağını şimdiden tahmin etmek zor değil. İnsan şu soruları kendi kendine sormadan edemiyor: Yeni Türk alfabesine çevrilmeyi bekleyen kaç tane Osmanlıca eser kalmıştır? Yeni Türk alfabesine geçmeden önce Osmanlı nüfusunun yüzde kaçı okuduğunu veya konuştuğunu yazabiliyordu? Latin alfabesine geçerek millet olarak hafızamızı yitirdik mi? Türkçeye uyarlanmış Latin alfabesinin bu kadar yaygınlaşmasından sonra Osmanlıcayı orta öğretim kurumlarına taşımak unutulduğu söylenen hafızamızı geri getirecek mi? Acaba eğitimde eski ve yeni yazı çatışması yaşanır mı? Osmanlıca bilmek yarın bir ayrıcalık, bir tercih nedeni olur mu? Değerli yorumlarınıza şimdiden teşekkürler. Ahmet TOK